Benmerkezcilik, Kibir Ve Tiyatro! |
Benmerkezcilik, Kibir Ve Tiyatro!
Türk tiyatrosunda, siyasette olduğu gibi bu kadar benmerkezci, bu kadar kibirli insanlar nasıl oluştu?
Ülkemizdeki toplum davranışlarına baktığımızda, aslında mütevazilik ön plandadır. Gücü oranında yardımseverdir. Gücün karşında boyun eğmez. Haksızlığın karşısındadır her daim, imece kültürü vardır, paylaşımcıdır. Öyleyse paylaşımı seven bir kültürün insanları ne zaman, nasıl bu hale geldi?
Çok uzun yıllardır toplumu Araplaştırma politikası biat kültürünün oluşmasına neden olsa da tamamen başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Arap emperyalizmi, ekonomi ve inanç üzerinden bizim gibi toplumları etki altına almaya çalışırken Amerikancı işbirlikçileriyle de farklı birçok ekonomik, politik manevralarla toplumları baskı altına alma, onları ahlaksızlaştırarak soysuzlaştırma araçlarını geliştirdiler. Siyasetin Türkçesi insanı yönetme sanatıdır. Sanat üreticileri ürünlerini ortaya çıkartırken de bağımsız değildir. Çünkü değişmeyen temel bir olgu vardır. Eski deyimle üretim araçlarını elinde bulunduranlar tüm yaşamı da belirlerler. Kimin nasıl giyineceğini, ne yiyeceğini, ne söylemesi gerektiğinden tutun da nasıl düşüneceğine kadar toplumları belirlerler. Sanat üreticileri de bu kuşatılmışlıktan payına düşeni alır. İdeolojik hegemonya o kadar güçlü ve etkilidir ki sen de bundan kaçamazsın, der. Bu kuşatılmışlığa içten içe itiraz edersin, sözde karşı çıkarsın fakat uygulamada bu kuşatılmışlığın tümünü, davranışlarında ve üretimlerinde sergilersin. Bu kıskaca tümüyle itiraz edenleri de meczup ilan edersin. Dünyayı değişimi anlamadığını ve bu nedenle uyumsuz olduklarını iddia edersiniz. Dünya ve değişim denilen şey aslında hâkim sınıfların seni istedikleri gibi yönetim biçimidir.
Bir şair bu söylediklerime hayır diyerek itiraz edebilir. ‘Benim duygu ve düşüncelerimi ben belirlerim ve belirlediğim gibi duygularımı yazarım’ diyebilir. Ahhh. Keşke onun dediği gibi olsa…
Şair kardeşim, yazar arkadaşım! Ressam, heykeltıraş, sinemacı, tiyatrocu meslektaşım, maalesef ki ekonomik gücü elinde bulunduranlar sadece toplumu değil, toplumun sanat üreticilerini de belirliyor. Bizlerin aslında nasıl ve hangi araçlarla hemhâl olacağımızı nasıl düşünüp nasıl yazacağımızı ve kendi düşüncelerini bizim aracılığımızla nasıl ulaştıracaklarına kadar müdahale ediyorlar. Roman, sinema ve tiyatrodan basit bir örnek vermek isterim. Çok uzun yıllardır romanlarımızda toplumcu gerçekçi yazımlar görebiliyor musunuz? Sinema, diziler ise asla yanaşmıyor. Geçmişte Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Orhan Kemal’lerin hikayelerini sinema ve dizlerde görebiliyorduk. Ya şimdi? Güney Kore’den bizim olmayan yaşamları seyrediyoruz. Yurt dışında film ve dizilerimizi izleyenler, bizim hepimizi köşklerde, villalarda yaşadığımızı sanıyorlar. Bu düşünceyle Türkiye’ye gelenler ciddi hayal kırıklıklarıyla ülkelerine geri dönüyorlar. Bu söylediğim hiç abartı değil. Gerçek. Çünkü yurt dışı seyahatlerimde bunlara çok şahit oldum. Özellikle Asya ülkelerinde.
Tiyatro metinleri ise içler acısı… Doğru düzgün bir şeyler yazmaya çalışanların metinlerini ise asla sahnelerde göremezsin. Sansürden daha önemli bir şey var. Otosansür! Tiyatro oyun yazarları yazarken kendilerine otosansür uyguluyor. Uygulamayan varsa da sahneye koyan yönetmen, yapımcı tarafından otosansüre uğruyor. Bunun sebebi ise belediyelere oyun satarken sorunla karşılaşmamak, kültür bakanlığından düşük de olsa aldığı destekten olmamak… Yazarlar da ödenekli tiyatrolardan veto yememek adına bir uğraş içerisinde… Ödenekli tiyatro yöneticileri de deyim yerindeyse tam Allahlık! Yeni metinleri okumazlar. Buna rağmen ülkemizde oyun yazarı yetişmiyor diye açıklama yaparlar. Okulda veya geçmişte bildikleri oyunları sahneye koymak için yarışırlar. Garanti oyunlar vardır. Seyirci onların her zaman alımlayıcısıdır. Bu nedenle de tiyatro sanatı adına yeni bir şeyler olmaz. Sanat adına ülkemizin en büyük derdi konvansiyonel olmak. Kendini sürekli tekrar eden ve edenler oldukça sanatsal bir yenilik asla bekleyemezsiniz. Bunun ülkemizde farklı siyasal görüşlerle de pek alakası yoktur. Sorun uluslar ötesi hâkim sınıfların hepimizi nasıl belirledikleridir.
Şimdi ben bunları durup dururken neden yazdım diye sordum kendime. Cevap şu çıktı: Toplumu, hayatı ve sanatı önemsediğim için yazdım. Konuşmamız tartışmamız gereken o kadar çok şey varken biz neleri konuşuyoruz. Neleri mi? Belediyelerdeki yönetim değişikleri sonucu tiyatro alanındaki yöneticilerin değişmesini konuşuyoruz. Bir de bunları bilip bilmeden hemen taraftar kimliğiyle hareket ediyoruz. Yani holiganlık bile yapıyoruz. Örneklendireyim de okuyanlar belki bundan sonra sosyal medyada ki paylaşımlarına daha dikkat eder. Yerel seçimler oldu, Birçok belediye başkanı değişti. Orada tiyatro yapanlarda da kimi değişikler oldu. Örneğin Tarsus… Hafızam yanıltmıyorsa 30 yıldır MHP’de olan Tarsus belediyesini CHP’nin aday gösterdiği başkan adayı kazandı. Ben şahit oldum Tarsus’a çok şey kazandırdı. Onların biri de tiyatroydu. Daha sonraki seçimde aday gösterilmedi. Nedenleri bu yazının konusu değil. Ama çok başarılı bir başkan olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. CHP’nin atadığı yeni belediye başkanı eski başkandan intikam alırcasına onun yaptığı tüm güzel şeyleri yok etmekle işe başladı. En başında da tiyatro geliyordu. Amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmekti. Tiyatroyu kapadı. Meslektaşlarımızı olur olmaz yelere sürdüler. Onlarda daha fazla dayanamayıp topluca istifa ettiler. Yazık oldu! Çok başarılı bir tiyatro ekibiydiler. Sonra Bursa Nilüfer belediyesi, Murat Daltaban’la yollarını ayırdı. Nilüfer Belediye Tiyatrosu kurulduğu günden bu yana güzel işler yapmasına rağmen genel sanat yönetmeni konusunda bir dikiş tutturamadı. Hep problemli sonuçlar ortaya çıktı. Nedenleri çok uzun bir yazı konusu…Daha sonra İzmir Şehir Tiyatroları Yücel Erten meselesi ortaya çıktı. Gerçi Yücel Erten meselesi hep vardı. İlk başından itibaren Yücel Erten tartışıldı durdu. Danışma kurulu üyesiyken son dakikada istifa edip kendini aday yapması örneğinde olduğu gibi. Şehir tiyatrosuna kadro alımı ayrı bir vaka. Kendini bir daha seçtirtmek için yandaşlarından oluşturduğu yönetim kurul üyeleri tüzüğü kendine göre düzenlemesi de cabası. Daha önce onu şaibeli bir şekilde genel sanat yönetmeni yapanlarla bile arasının açılması vs. Tüm bu iddialarla İzmir’de bir Yücel Erten vakası yaşandı. Ve daha da yaşanacağa benziyor. Metin Zakoğlu Bodrum Şehir Tiyatrosuna Genel Sanat Yönetmeni olmuş. Neymiş efendim, uygun muymuş değil miymiş? Yahu bize ne adam otuz yılı aşkındır tiyatro yapıyor. Bodrum şehir tiyatrosunu şahlandırırsa ne güzel. Biz de alkışlarız. Yapamazsa da geldiği gibi gider.
Ben yukarıda asıl meseleyi yazdım. Ama Türk tiyatrosu nelerle uğraşıyor. Şimdi böyle çorak bir iklimde tiyatro sanatı nasıl gelişsin?
Burada asıl olan bu yaşanılanların dışındaki bizler. Biz ne yapıyoruz. Birilerin taraftarı mı olacağız yoksa tiyatronun gerçekten toplumsallaşması için mücadele mi edeceğiz? Yaptığımız oyunlarla günümüzün gerçeklerini seyircimize gösterebilecek miyiz? Günümüzü gösterebilecek misiniz? Asıl mesele bu!
Son olarak da şunu belirtmeden geçemeyeceğim:
Birilerinin sosyal medyadan, kendi varlığını, iktidarını korumak için yazdığı yazılara bakıyorum. Toplumsal çıkarlar üzerine kurulan süslü sanatlı cümleler, sanırsınız ki kendi için değil toplum için bir şeyler istiyor. Kendisi varsa iktidardaysa toplumsal çıkar kılıfına sığınılıyor. Kendisi yoksa tu kaka. Bu tarz manipülatif yazılarla kendilerine yandaş toplayabiliyorlar da… Lütfen siz siz olun, bu kibir abidesi tiyatroculardan, siyasetçilerden uzak durun. Bunlara prim vermeyin. Vermeyin ki düşlediğiniz daha güzel yarınlar var olabilsin.
Öyle karmaşık ve netameli bir süreçten geçiyoruz ki neye güvenip kime inanacağımızı şaşırmadık desem yalan olur.
Eskiden çok mu iyiydi her şey?
Değildi belli ki ama asla bu kadar da değildi gibi geliyor.
Bütün kurumlar çürümeden nasibini almış, alıyor.
Keşke bir yanıyla temiz kalınsa da birazcık olsun umudumuz yeşerse; avunacak, tutunacak bir dalımız olsa. Göz göre göre aşınıyor, kırpılıyor, yıkılıp gidiyor toplumsal değerlerimiz.
Hepimizin vazgeçilmez, tartışılmaz doğrularımız var, önyargılarımız, toz kondurmadığımız dostlarımız, bir kaşık suda boğsak nefretimizi, öfkemizi yatıştıramayacağımız düşmanlarımız var.
Korkunç ve ölçüsüz bir benlik hesaplaşması, başkalarını çiğneyip ezip tüketerek var olma, yükselme aşaması…
Sanatın imanı sevgi, eylemi güzellik, tanrısı eşitlik, mabedi dürüstlük ve kutsalı adalet, sebebi yaratmak değil midir?
Hepsinin haricinde, dışında, ötesinde; salt kıskançlıkta, kibirde var olmak niye?
Yönümüzü insana dönüp ona inanmaktan öte bir çıkış yolumuz yoktur sanıyorum.
Yazıdan bu anafikri çıkardım ben.
Yazarını bilemedim.
Kim yazmışsa yüreği dert görmesin!