Bir Tiyatro Sahnesi Olarak Berlin ve Osman Amca’nın Kulübesi |
,,Günümüz aydınlarının en büyük sorunu, faşizmin hala gamalı haç ve askeri
üniformalar ile geleceğini sanmalarıdır.”
–Umberto Eco
Bu yılın Kasım ayı, Berlin duvarlarının yıkılışının, ,,Biz halkız!” sloganı ile başlayıp barışçı bir kalkışma sonucunda kırk yılın ardından iki Almanya’nın birleşmesiyle taçlanan sürecin otuzuncu yıldönümüydü. Konu tüm güncelliğiyle törenler, anmalar, sayısız sanatsal ve kültürel etkinliklerle, televizyon ve radyo programlarıyla gündeme oturdu. Tanıkların duvarların yıkılış gecesi yaşadıkları birçok programda dile getirildi; arşiv görüntüleri bir kez daha gösterime sunuldu, tartışmalar, söyleşiler düzenlendi, anılar tazelendi, anılar yayınlandı, okumalar, tiyatro gösterileri ve sergiler yapıldı. O yılların en keskin mizah örnekleri uzun uzun tüm kanallarda yinelendi. Eski Doğu Alman arabaları karikatürize edilip, yerin dibine batırıldı.
O yıllarda doğanların tarih kitaplarından okudukları efsaneye dönüştü Berlin Duvarı. Kimileri içinse nostaljik yanı ağır basan, özlemle anılan yanları hiç de küçümsenemeyecek olgulara dayanan somut bir insanlık deneyimi, tarihsel bir gerçeklikti DDR. Örneğin işsizliğin olmadığı, eğitim ve sağlığın parasız sunulduğu, ulaşımın, ev kiralarının cep harçlığı düzeyinde olması gibi…
ABD Başkanı Kennedy’nin ,,Ich bin ein Berliner!” sözü ile başlayan, Demokratik Almanya Cumhuriyeti DDR’in Başbakanı Ullbricht’in ,,Kimsenin duvar yapmak gibi bir niyeti yok!” sözleriyle doruğa çıkan kapitalist ve sosyalist sistemler arasındaki ,,soğuk savaş” ve bu savaşın tartışmasız simgesine dönüşen sözkonusu duvar.
Ullbricht’in sözlerinden kısa bir süre sonra Kızıl Ordu ve DDR Halk Polisi işbirliğinde bir gece ansızın yapımına başlanan, anti-faşist cephenin tanımlaması ile ,,Faşizme karşı savunma duvarı” ancak dünya genelindeki yaygın adıyla ,,Utanç Duvarı” olarak anılan namı değer ,,Berlin Duvarı”. Sosyalist blokun kanaması hala durdurulamayan yarası, belki de yenilginin baştan kabullenilişi olarak daha çok tartışılacağa benziyor.
O duvar nedeniyle ufku kararan insanlar, bölünen aileler, yiten yaşamlar, kısıtlanan özgürlükler, bir daha iyileştirilemeyecek yaralar, en önemlisi yeniden kazanılamayacak güven duygusu… DDR’in son Lideri Honocker’in ,,Duvar 100 yıl daha kalacaktır” sözünün hemen sonrasında Gorbaçov’un ,,Duvar sorun değil!” sözü ile zirveye ulaşan glasnost sürecinin peşisıra domino taşları gibi birer birer yıkılan iktidarlar, yeniden çizilen haritalar. Her ne pahasına olursa olsun özgürlüğe yürüyen insanlar.
Biz de 21. yüzyıl için bir dönüm noktası olup dünyanın eksenini kaydıran bu olaya tam bir kara mizah örneği olan Yozgatlı Osman Kalın‘ın sıradışı öyküsü ile bir katkı sunalım.
Soğuk savaş yıllarında Berlin’deyim. Tiyatrocuların kabesi, Brecht tarafından kurulmuş Berliner Ensemble’da ,,Ana’’ oyununun provalarını izliyorum her gün. Hem Doğu Berlin’de hem Batı Berlin’de yaşıyorum. Batı Berlin, bir ada gibi o zamanlar; Doğu Almanya içinde kapitalist bir ada. Bir gün içinde kapitalist bir kahvaltı ile başlayan günüm, sosyalist bir akşam yemeği ile sürüp, duvarın öte yanına geçince de enternasyonalist bir barda noktalanıyor. Ve Berlin duvarıyla simgeleşen sistemler savaşı, her ana damgasını vuruyor. Batı Berlin’de yaşayanlara vergi indirimi var; gençler askerlikten muhaf tutuluyor, bol miktarda iş ve boş ev var. ,,Ruslar gelir!’’ korkusu ile kimse Berlin’de yaşamayı seçmiyor. Çoğunluğunu Türkiye kökenlilerin oluşturduğu göçmenler dışında. Ev işgalleri almış yürümüş, ben de bir işgal evde kalıyorum zaten.
ABD borozanı ,,Özgür Berlin Radyosu’’ sürekli olarak komünizm karşıtı yayınlar yapıyor. Duvarın tam dibinde iç gıcıklayıcı pop rock konserleri düzenleniyor, hoparlörleri doğuya çevrili. Dünyanın tüm starları boy gösteriyorlar. Batı, kaçan herkese ev ve iş vaatlerinde bulunuyor. Batıda çikolata, muz, portakal var, Doğuda yok. Batıda pırıl pırıl Mercedesler BMW’ler, Doğuda boyundan büyük dumanlar ve kokular çıkararak giden Trabantlar var. Üstelik bir Trabant sahibi olabilmek için yirmi yıl bekleme süresi konmuş.
Brecht Tiyatrosu’nun marangozu benden ,,uçuş kuramları’’ ile ilgili kitaplardan kopyalar istiyor. Hayatının amacı Berliner Ensemble’ın çatısından uçarak Batı Berlin’deki Reichstag bahçesine konmak, özgürlüğe uçmak. Doğudan Batıya yüzerek kaçmış bir kızla tanışıyorum. Bir arkadaşım ninesinin samanlığında uçak inşa ediyor. Sürekli gittiğim kafenin sahibi Doğu Alman kaçkını bir palyaço. Sonradan ajan olduğu anlaşıldı. Batı Almanya’nın ajanlıkla mücadele dairesi şefinin de Stasi ajanı olduğu ortaya çıktı. Putin bile genç bir KGB’li olarak Doğu Almanya’da o yıllarda. Henüz Gorbaçov ,,Duvar problem değil!’’ dememiş. DDR kırkıncı kuruluş yıldönümünü kutlamamış. Tito’nun Yugoslavya’sı dağılmamış.
Türk mahallesi olarak geçen Kreuzberg’de oturuyorum. Berlin’de uzun yürüyüşlere çıkıyorum. Duvarı karış karış gezmeyi ve fotoğraflamayı hedeflemişim. Bu tutkum nedeniyle üç çift papuç eskittim. Oturduğum evin yanı başında bir anda yükseliveren bir gecekonduya ilgisiz kalmam düşünülemez. Osman Kalın ile öylece tanışıverdik. Ömür boyu yakamı kurtaramayacağım öykü de böyle başladı. Hayatının ilk söyleşisini gerçekleştiriyoruz. Sonra haberlere, belgesellere konu oluyor Osman Amca. Her fotoğraftan, her söyleşiden para almaya başlıyor. Tarifesini bile belirliyor: Fotoğraf 20, röportaj 100, film 250 doyçe mark. Ben röportaja yanımda güzel kızlarla gittiğim için benden para istemiyor. ,,Nasılsın Osman Amca?’’ diyorum, ,,İyiyiz, iyiyiz de, tek eksiğimiz kadınlar!’’ cevabı artık bir Osman Kalın klasiğine dönüşüyor. Bu cevabı yanında kırk yıllık eşi varken de veriyor. ,,Yav bizim kadınlar da iyi de, şu öpüşme işini öğrenemediler gitti!’’ derken eşi de kıkır kıkır gülüyor.
Kulübeyi kondurduğu yer duvarın dibi. 1961 yılında Kızıl Ordu duvarı yaparken zikzak çizmesi gereken sınırı, kolaya kaçıp köşeli yerine oval yapınca köşenin bir buçuk dönümlük toprak parçası duvarın öte yanında kalıyor. Hukuksal olarak DDR’ye (Doğu Almanya) ait, ancak fiili olarak BRD (Federal Almanya) sınırlarında kalıyor. İşte Osman Amca kaderine terkedilmiş toprak parçasına konuyor ve kendi ,,oval ofis’’ini kuruyor. Üstelik Doğudan gelen kaleşnikovlu halk polislerinin uyarılarına, tehditlerine aldırmadan, sağdan soldan bulduğu atık parçalar ile daha sonra imparatorluğunu ilan edeceği bostana iyice yerleşiyor. Önce maydanoz, sonra soğan sarımsak derken, pazarda satacak kadar kara lahana ve turp yetiştirmeye başlıyor. Kirazlar, kayısılar, erikler dikiyor.
Bu arada yan tarafta durumdan şikayetçi bir düzine Alman mahalleli ve eski bir kilise var ve kilisenin papazı Müller ile sekreteri Angelika burunlarının dibindeki gelişmeleri hayretle gözlemliyorlar. Osman Amca: ,,Bu Müller var ya, gavur mavur ama herkesten daha insanlıklı. Bana kiliseden elektiriğimi de suyumu da bağlattı. Bir de beni Pazar ayinlerine davet etti. Her Pazar benim hatun ile ayinlerine katılırız.’’
,,Osman Amca, ben seni geçen Mevlana Camii’ne Cuma’ya giderken de görmüştüm.’’
,,O başka, o başka yeğenim. Pazar ayininden bir şey anlamıyoruz ama, Ayin sonrası bedava ekmek, pasta ve kahve dağıtıyorlar. En güzel o oluyor. Taze Alman ekmeği, mis gibi, bizim Yozgat’ın köy ekmeği gibi. Bir haftalık ekmeğimiz çıkıyor hiç olmazsa.’’
Papaz Müller ve Angelika ile de epey muhabbetimiz oldu, Osman Amca sayesinde. ,,Gençliğimden beri nereye gitsem yanımda taşıdığım kırmızı bir okuma sandalyem vardı’’ diyor Papaz Müller, o sandalye ortadan yok oldu. Bir türlü bulamıyoruz. Kırk yıldır tüm okumalarımı o sandalye üzerinde yapmışımdır. Okumaktan bile eski tadı alamaz oldum. Aradan aylar geçti, bir yaz akşamı, şiir gibi bir günbatımı bir de ne göreyim, benim kırmızı sandalye Osman’ın çatısında, üzerinde de Osman tünemiş efkarlı efkarlı gün batımını seyrediyor. ’’
Sekreter Angelika: ,,Çok zor adam’’ diyor, ,,Suyu ve elektriği kendisi ödemesi koşuluyla vermiştik, faturaları görünce, Allahın suyu için neden benden para istiyorsunuz!’’ diye öyle bağırdı ki, ne yapacağımızı şaşırdık. Kilisenin sadaka sandığından ödedik borçları.’’
O dönemde bir metroda dev bir Berlin haritası çarpıyor gözüme: Batı Berlin ve Doğu Berlin diye ayrılmış; tam ortada sigara ucu kadar minicik bir alanda iki harf var: O.K. Yani Osman Kalın.
Mahallenin uyuşturucu kullanan gençleri , yazın Osman Amca memlekete izine gidince kulübeyi ateşe veriyorlar. Döndüğünde küllerle karşılaşıyor Osman Amca. Ama üzüntü ve öfkesini unutturan bir mucize oluyor, hatta iki mucize: Duvarın öte tarafından Onbaşı Stefan kaleşnikovlu askerleriyle çıka geliyor ve diyor ki, ,,Üzülme Osman, biz sana kulübeni yeniden yapman için çimento, ahşap ve demir vereceğiz, bizim toprağımızı cennete çevirdiğini, gördük ve seni çok takdir ettik.Hakkını ödeyemeyiz!’’ Bu cümleler Osman Amca’ya ait. Kulübe bu kez iki katlı olarak boy veriyor, güzel bir balkonu ve çatısı da yapılıyor son olarak. Osman Amca’nın keyfine diyecek yok, sevincinden süpürge sapına bir Türk bayrağı takarak çatıda dalgalandırmaya başlıyor. Kırmızı sandalyesine oturup, çatıda kırmız bayrak altında gün batımını seyre dalıyor. Ancak bu keyif uzun sürmüyor: Batı polisi kapıya dayanıyor. ,,Bakın DDR topraklarında olduğunuz için bir şey yapamıyoruz ama, bu bayrak da fazla oldu artık. Bizi proveke neyi etmeyin gari!’’ diyecek oluyorlar. Öyle dediklerini tabii ki o söylüyor. Osman Amca bayrağın sopasını kaptığı gibi polisleri önüne katıp kovalıyor. Bunu gören mahalleli çocuklar da taşlamaya başlıyorlar polisleri. Yoldan geçen bir anne, ,,Yapmayın çocuklar, yazıktır, polise taş atılmaz!’’ diyecek oluyor. Hızını alamamış çocuklar büyük pişkinlikle karşılık veriyorlar: ,,Biz Bir Mayıs geldi zannettik abla!’’ O zamanlarda bir mayısları ,,Polise taş atma bayramı” olarak kutlamak moda.
Sıcağı sıcağına Osman Amca ile konuşuyoruz, burnundan soluyor: ,,Bana koskoca DeDeRe buranın tapusunu vermiş, size ne oluyor ulan? Siz Almansanız, ben de Türküm! Bak bu doğulular, gominis momunis ama, çok harbi vatansever adamlar.’’
O tapuyu şimdiye kadar gören olmadı.
Olayın başından sonuna birebir tanığı olarak, Osman Amca’nın sıra dışı yaşamını anlatan bir senaryo denemem oldu. Yıllarca yanımda gezdirdim. Amacım Emir Kusturica gibi bir yönetmen bulmaktı. Kara mizah ve dünya politikasından anlayan biri kotarabilirdi ancak bu dünya öyküsünü. Cezmi Baskın’ın önerisi Sırrı Süreyya’ya, Sırrı’nın önerisi Yılmaz Erdoğan’a kadar getirdi öyküyü. Sonra bu güzelim serüven BKM’nin raflarında çürümeye terk edildi. Yönetmen milletvekili oldu, Osman Amca’yı oynaması gereken Yılmaz da akil adam olunca yollarımız tümüyle ayrılmış oldu.
Bu arada Osman Amca’yı da geçtiğimiz aylarda yitirdik.
Yerine oğlu 1.Mehmet, O.K.imparatorluğun başına geçti. Onun vizyonu daha başka. O kulübeyi Türk-Alman Dostluk Evi’ne dönüştürdü. Artık çifte bayrak dalgalanıyor O.K. topraklarında. Kentin turistik noktalarından biri oldu Osman Amca’nın ahşap evi. Rehberler, Berlin turlarına bu kulübeyi de eklediler artık. En çok ilgilenen turist grubu ise her ne hikmetse Japonlar.
Duvarlar yıkıldığında, normalde Mitte adlı semt merkezine bağlı olması gereken O.K. topraklarında bir referandum yapıldı: Osman Amca’ya soruldu ,,Mitte’ye mi yoksa Kreuzberg’e mi ait olmak istersiniz?’’ diye, Osman Amca oyunu doğal olarak Türk semti Kreuzberg’den yana kullanıyor. Kreuzberg belediye başkanı o akşam bir televizyon haber programında son derece mutlu diyor ki: ,,Böylece Osman sayesinde savaşsız ve kan dökmeden Kreuzberg topraklarına yeni topraklar katmış bulunuyoruz. Kendisine minnettarız.’’ Tarih boyunca hep Almanlar yenildiği için yenilmiş kabul edilen Türkler, ilk kez Almanlara altın tepside bir zafer tadı sunuyordu ve bu başarıyı da Osman Kalın’a borçluyduk. Osman Amca’nın popülaritesi ikiye katlanırken yüzyılları bulan Türk-Alman dostluğu bir nadide meyvesini de böylelikle vermiş oluyor..
Bu arada girişimci yanını da devreye sokup arazinin yarısını yine Türkiye kökenli başka bir aileye okutuvermiş Osman Amca. Önceleri yıkılan Berlin Duvarı’nın kalıntılarından arazinin ortasına bir sınır bile çekmişler. Sonra duvar parçaları iyi para edince sınırı tel örgüye çevirmişler. Mahallelinin anlattığına göre aralarında sınır anlaşmazlıkları nedeniyle tekme tokat kavga ettikleri bile olmuş zaman zaman. Bir ara aralarındaki duvarın bir alevi sünni çatışmasını önlemek için yapıldığını bile düşünenler çıkmış.
Şimdi durum sakin, ancak kulübenin geleceği tartışmalı. Berlin kent yönetimi, ,,Osman Kalın yaşadığı sürece… ‘’ diye başlayan bir izin vermiş, sonrasında çevre sakinlerinin şikayetleri nedeniyle kaldırılacak sözü verilmiş bile… Oğul Mehmet, buna çok bozuluyor…. ,,Onca emek vermişiz, Türkiye’deki gibi bir imar barışı neyi olamaz mı yani? Bunu bize çok mu görüyorlar, çöplüğü ihya etmişiz icabında!” diyor. Bu soruna en ilginç ve kayda şayan çözüm önerisi bir zamanlar Sırrı Süreyya’dan gelmişti.
Sırrı Süreyya’nın film yaptığı tarihlerde BKM adına kamera arkası olur diye birlikte Berlin’e Osman Amca’yı ziyarete gidip, tüm ailesi ile birlikte söyleşimizi uzun uzun filme aldığımızda şöyle demişti oğul 1. Mehmet’e tüm samimi duygularıyla:
,,Gardaş, Allah gecinden versin, Osman Amcamıza bir şey olursa, kimseye haber vermeden kulübenin bahçesine defnediverin naaşını, vasiyeti vardı dersiniz! Vallahi de billahi de burası Zuhurat Baba gibi bir yatır olmazsa, ben de ne olayım! Almanlar da hiç bir şey yapamazlar!’’
Osman Amca öyle bir müşvik baktı ki Sırrı’ya, o an içinden şunları geçirdiğinden adım gibi eminim:
,,HeDePeli MeDePeli ama valla harbi vatansever delikanlı yav!’’